7 Aralık 2012 Cuma


duydum ki unutmuşsun..

Soğuk bir İstanbul akşamı.. kar beklerken.. 
ve çekimi yaparken o sırada alaturka şarkılar çalınıyordu.. 
"hiç birşeyde gözüm yok ..sen yanımda ol yeter.." diye.. 
yıllar öncesine götürdü.. karşı mahallede onun evinin ışıkları görünüyordu.
hangi ışığın hangi eve kimin evi olduğunu bildiğim 
küçük kasabanın anıları.... 
sonra "Duydum ki unutmuşsun gözlerimin rengini.."diye çalınıverir.. 
bu da yakın geçmişimle ilgili karmaşık ,
unutulmaya yüz tutmuş anıları canlanıverir..

10 Aralık 2010

28 Kasım 2012 Çarşamba

28 kasım 2012













Arkası Yarın"lar..80 li yılların TRT radyolarının vazgeçilmez anılarından biridir.Hatırlayanlar bilir , ne ünlüler geçmiştir o radyo oyunlarından. Bu oyunlardan en çok Agatha Christie'nin "On Küçük Zenci" oyunu aklımda yer etmişti. Başlamasına az bir süre kala, kahvaltı sofrasına oturmak için telaş yaşanırdı. Beş kardeş kendi bardağını arıyordu bardağın altındaki numarasına bakarak. 10 benimdi . Sanırım 10 rakamanı severdim, ama arkası yarında  konu olan 0n küçük zenciyle alakası varmıydı diye merak etmişimdir. Biraz okuldan biraz mahalleden konuşulur sonra derin bir sessizliğe bürünürdü soframız.

Ve ..09.40…

Arkası Yarın… On küçük zenci..7.bölüm diyerek anons duyulur dünün özetiyle başlardı. O yirmi dakika boyunca bardağa boşalan çayın sesinden başka şey duyulmazdı. Bazen annem dürter "oğlum ye bir şeyler" diye..bende ağırdan yerken dikkatlice dinlemeye verirdim. O anlarda sokaklar tenha bir sessizlik kaplardı. Televizyonun henüz yayın saatinin başlamadığı o saatte her evde ve iş yerinde radyolar açık olur, başına dikilip dikkatlice bu radyo oyununu dinlerlerdi. Soluk aldığımız hayat duruyor, başka bir hayat yerini alıyordu. Başka insanların sesleriyle kafamızda kendimize dünya yaratırdık o vakitler. Bir radyo oyunu nasıl etkili olabilir?  

Arkası Yarın genelde polisiye ağırlıklı olurdu."siz cinayet işlendiği saatte neredeydiniz..ne yapıyordunuz?" sorusu en heyecanlı anıdır. Oyunun en akıllı adamı dedikleri dedektif ya da komiser olayları çözmüş etrafındaki kişileri bir salonda toplayıp sorular sormaktadır. Herkes şüphelidir o an. Kaçamak cevaplar, şüpheli hareketler görülmektedir ve çoğu İngiliz polisiye oyununda bu tip sahneler yer almaktaydı. Bir vapurla turne düzenlenir ya da ıssız bir adada bir malikânede en seçkin on misafir davet edilir. Bir tanesi de mutlaka polis olur ya da olayı çözmekle vakıf eleman. İnsanın aklına ancak Mehmet Ali Birand'ın akıl edebileceği soru sorabiliriz. "Acaba Agatha Christie  roman yazmak için cinayet işlemiş miydi. Bu kadar ayrıntıyı nasıl düşünüyordu. En önemlisi kendisi bir katil miydi. Neden niçin?"

 On küçük zenci polisiye romanlarından biriydi. Emekli yargıç adasında yalnız kalmış canı sıkılmış, vakit geçireyim diye kurban olabilecek on seçkin misafir çağırmış. Misafirler birbirlerini görmemişlerdir hiç ve Olayın dayandığı konu bir şiire dayanmaktadır ve işin ilginç yanı da hepside cinayete karışmıştır. Yargıç daha önce delil yetersizliğinden serbest olan kişileri çağırp adaletin yerine gelmesini istemiş, kendi adaletiyle cezalandırmak istemiştir. Böylece vicdanı da rahatlamış şekilde hayatın geri kalanını huzurlu ve kafaya bir şey takmamış şekilde geçirecektir. Bölümler geçtikçe kurbanlar şiirdeki gibi ölmeye başlamıştır ve hepsinin odasının duvarında bu şiir vardır.

on küçük zenci yemeğe gitti,
birinin lokması boğazına tıkandı.
kaldı dokuz,dokuz küçük zenci geç yattı, sabah biri uyanamadı,
kaldı sekiz,sekiz küçük zenci devon'u gezdi, biri geri dönmedi.
kaldı yedi,yedi küçük zenci odun kırdı biri baltayı kendine vurdu.
kaldı altı,altı küçük zenci bal aradı, birini arı soktu. kaldı beş,beş küçük zenci mahkemeye gitti, biri tutuklandı.
kaldı dört,dört küçük zenci yüzmeye gitti, birini balık yuttu.
kaldı üç,üç küçük zenci ormana gitti, birini ayı kaptı.
kaldı iki,iki küçük zenci güneşte oturdu, birini güneş çarptı.
kaldı bir zenci.bir küçük zenci yapayalnız kaldı. gidip kendini astı.
kimse kalmadı.

Oyunda ilk geceden başlayarak tuhaf ve gizemli olaylar birbirini izlerken arada bir sofrada birbirimize şüpheli bakar gibi olurduk."O bıçakla ne yapacaksın!!!".."Ekmeği doğrayacağım… sonra seni ""Anne ya..bana ne diyor bu"

Saat 10.00" …On küçük zenci oyunumuzun 7.bölümünü dinlediniz yarın aynı saatte 8.bölümüyle  buluşmak ümidiyle.."Hayat normale dönerdi. Her şey yerli yerinde, esrarengiz biçimde kaybolan  yok, eksik yok yemeğe devam öyleyse! Dışarıda elinde topu kadro kurmak için eleman toplayan komşunun çocukları "hadi gelin  maç yapalım".. On kişi oluyorduk topu topu. Maç esnasında arkası yarını aratmayan türden eksilmeler oluyordu.

On çocuk futbol oynamaya gitti..
Birinin annesi çağırdı yemeğe kaldı dokuz,  
kaldı dokuz, biri babası oynamasını yasakladı, babası gelip peşinden koştu, 
kaldı sekiz, biri tv izlemek için evine gitti
kaldı yedi, biri annesi gönderdi çarşıya,
kaldı altı, biri canı sıkılıp oyundan çıktı,
kaldı beş, biri ders yapmaya evine gitti,
kaldı dört, birinin kardeşi gelip zorla gezmeye götürdü,
kaldı üç, biri kaleye ben geçmem  diyip oyunu terk etti 2
kaldı iki  "ee napcaz . Ben gidiyorum ya kimse yok" dedi..
kaldı bir, o da evine döndü..

Akşam bir arkası yarın kuşağı daha olurdu. Yakın zamanda kaybettiğimiz Baykal Saran'nın bir zamanlar sesiyle hayat verdiği Büyükbaba. Sonra  "Bir roman bir hikaye". Fondaki müzik Greensleeves.  25 yıl sonrasında da aynı müzik. Bazı şeylerin hiç değişmemesi ne kadar güzeldir.

Uyku vakti ..derken uyanmışım. Nasıl , ne şekilde yattığımı bile hatırlamıyorum.Herkes uykuda ve gün ışığının ilk saatlilerine şahit oluyordum. Herkes uyanana kadar bir şeyler karalamaya,çizmeye koyulurken, fabrikanın bacalarından olanca büyüklüğünde dumanın gökyüzüne karışırken çıkan grilik fabrikanın sevimliliğinden eser bırakmıyordu.ve saatler geçti.Sesler arttı telaş içinde.

Ve susma vaktidir az sonra..09.40 arkası yarın..

( 17 Haziran 2008 )


Ne zaman Greenslevees ı dinlesem, radyo başında geçirdiğim günler aklıma gelir.. Evin sıcaklığı, dışarda yağmaya başlayan karın ben de yarattığı heyecan.. bu müzikle sanki tekrar tekrar yaşar gibiyim şimdi..



5 Mayıs 2012 Cumartesi

5 Mayıs 2012



Bir Söz

"sanat görüneni vermez. onun işlevi görünmeyeni görünür kılmaktır." 
paul klee



" Bugüne kadar resim sanatı alanında
Yapılagelmiş olanları inceleyeceğime
Kendini bütün dünyaya kabul ettirmişler
Arasında beni en çok saranlarını ayırarak
Onlara kendi aramalarımı, denemelerimi
Katacağıma
Alışılagelmiş, basmakalp, hazırlop
Klişeleşmiş çiğnene çiğnene tadı tuzu
Kalmamış hiçbir şeyi tekrarlamayacağıma
Elimden çıkan her çizgiye
Her lekeye
Her renge
Her beneğe
Kendi aklımı
Kendi tecrübemi
Kendi tasamı
Kendi ömrümü, yüreğimi basacağıma
Aldığım nefes, içtiğim su, bastığım toprak
Gözüm, kulağım, burnum,
Elim, belim, dilim, derim üstüne
Yemin ederim.


Yemini bozduğum gün
Burdan giderim."


Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun atölyesinin girişine astığı yeminidir.






Bir Resim

İstanbul İstanbul
Erdinç Altun
2006


Sanat Nedir Ne Değildir?


Bu hafta sonu KPSS sınavı var. Çalışmadım yine ve yine “eh bu kadar olur” dedirten puan alacağımdan emin bir şekilde gireceğim. Öğretmenlik güzeldir. Bunu staj yaparken yaşamıştım. Bursa gibi yerde grafik sanatlarını okutacak Güzel Sanatlar Fakültesi olmadığından Grafik sanatları eğitimi veren Eğitim Fakültesi bünyesinde 4 yıl okumuştum. İyide oldu, sürekli “bana göre değil” dediğim öğretmenliğin staj bünyesinde bile insana nasıl bir karakter verdiğini anlamak güzel oldu. 
Oysa Grafik Ana Sanat Dalı’nda okumaya başladığımız ilk günlerde bize söylenen ilk söz şu oldu: “Biz burada sanatçı yetiştirmiyoruz, öğretmen yetiştiriyoruz”. Dört yıl boyunca da “sanat nedir ne değildir, sanatçı kimlere denir” gibilerinden kalplaşmış bilgilerin beynimize sokulmaya çalışıldığı yer olmuştur.  “Siz Picasso olamazsınız. Onun hayatını ve eserlerini öğrenin”. Karşıma çıkan her öğrenci Picasso tutkunu, bir şekilde hayranı. Picasso kopyası resimlerle dolup taşan atölyeler de çabası. “Siz tarz yaratmayın Picasso, Leonardo varken”… “siz hiç düşünmeyin Nietczhe , Descartes düşünmüşler daha önceden”… "Keşefidilecek birşey kalmadı senin için".. Herhalde bütün herşeyGombrich'in Sanatın Öyküsü kitabından ibaret sanırım.

Bu bana Ölü Ozanlar Derneği’nde bir diyalogu hatırlattı;
Eğitimcilerden biri Keating’e “Onları birer sanatçı olmaya özendirmekle büyük bir riske giriyorsunuz, John. Birer Rembrandt, Shakespeare yada Mozart olmadıklarını ayrımsadıklarında, buna onları inandırdığınız için sizden nefret edecekler."
Keating, "Siz ana noktayı kaçırmıssınız,  Sanatçı değil, özgür düsünen kisiler."
"Daha on yedisinde olmak ve özgür düsünmek ha!" der diğer eğitimci…

Açık konuşmak gerekirse, çok bir şey alamadık okuldan. Çünkü öğretilenler o kadar daracık , kalplaşmış ezbere dayalı “Hadi al diplomayı, git” gibisinden eğitim birçok üniversitede ve hala sürmekte. Akademik eğitim böyleyken, ortaokul-lise dönemindeki eğitim nasıl beklenir? Edebiyat derslerinde kaç şair öğretilir. Kaçının üstü hala çizilmiş halde müfretdatta yer almaz. 

Hangi okul olursa olsun, sonuçta bir okulun hedefi öğrenciyi tüm yönleriyle keşfetmelidir ve üretmesine düşünmesine olanak sağlamalıdır.  Oysaki bahsedilen bir sanat okulunda özellikle öğretmen yetiştiriyorsa o okul, üretmeyi öğretmeli, teşvik etmelidir. Üretmeyen, hiçbir yapıt sunmayan, sanatçı kimliğini bir kenara atmış bir öğretmen sanat eğitiminde öğrenciye ne verebilir ki? Ne kadar sergi açar, bir şeyler sunarsa bu öğrenciye olumlu yansıyacaktır. Bu bir resim, fotograf.. yazı hangi alanda olursa olsun. 

Staj yaptığım dönemde, çok parlak ileri de hedefler belirlemiş çocuklara rastladığımda mutlu olmuştum. Özellikle Dali’nin resimlerini 4 kişiden oluşan orta2 öğrencisine gösterdiğimde bir sayfa dolusu yorum çıktığını görmek beni şaşırtmıştı. Çünkü Sanat okulunda okuyan bile 3-4 satır yazdığı düşünülecek olursa bu kadar yorum bile kendilerini ifade etmeleri ve düşüncelerini yansıtmakta başarılı olduklarını gösteriyordu.

Bu çocuklar küçüksenmemelidir. Umarım bu çocuklar “Eğitim” adı altındaki kısıtlayıcı sisteme rağmen her şey istedikleri gibi olur.


24 Haziran 2007


Bir Sanat





2 Mayıs 2012 Çarşamba

2 Mayıs 2012



Bir anı..


Karadeniz Ereğlisi'ne doğru yolculuk


Uzaklaşmalıydım diyordum, uzaklaşmalıydım. Sessiz , sakin ve kafamı rahat toparlayacağım bir yere gitmeliydim. En sonunda ablam beni çağırdı. Bu fırsatı kaçırmak istemedim. Terminalde otobüse bindim ve 16 numaralı koltukta oturdum. Cam kenarı 17 numara boştu. Merak ediyordum, yanıma gelecek kişiyi. İster istemez hayal kuruyordum: Çok güzel bir bayanın ,bana yaklaşıp “Pardon , yanınızdaki koltuk 17 numara mı?” diyecek ve ben de “evet” deyip oturması için yol verecektim.” Oturduktan sonra, onun şampuan reklamlarındaki kadınlar gibi saçlarını savurarak bana doğru bakmasını ve bana ilk sorusunu sormasını bekleyecektim: “Nereye gidiyorsunuz?”... Kendime geldiğimde hayatın gerçekleriyle karşılaşıyordum. Koltuk boştu.... Dışarıda yaşlı bir adamın, birine tutunmuş ,ağır ağır yürüyordu. Durumuna acıdım. İçimden “ya bu adamla seyahat edecek adama da acıyorum” dedim.

Sonra yaşlı adamı otobüsüme bindirdiler. Kafamı koltuğa yaslamış, kalkış saatini bekliyordum. Yaşlı adama yardımcı olan adam “17 numara ,17 numara neresi?”diye soruyordu muavine. Bende emin olmak için defalarca koltuk numarasına bakıyordum. Ne yazık ki 17 benim yanımdı! Yanıma geldiler. Yaşlı adam yakından bakıldığında içler acısı görüntüsü vardı. Kısa boylu, biraz kambur, köylü şapkası takmıştı... yolculuğu çıkaracak gücü yoktu görüntüsünden. Yaşlı adam tek başına yolculuk edecek ve üstelik prostat hastası... genç adam bana , Alaplı Köprüsü’ne kadar yaşlı adama iştirak etmemi istedi. Ama ne cevap vereceğimi düşünene kadar, otobüs çoktan yola koyulmuştu bile!

Şoke olmuş vaziyette iken yaşlı adam ilk şikâyetini beyan etti. Onca yol gittikten sonra, saatinin yokluğunu fark etmiş ve “Saatım, saatım... yoh...Evda unuttum...” Kaptana seslenmek istese seslenecek, “Geri dönüp saatimi alacam!” Devamlı tekrarlayınca da ,bende “Yok artık geri dönemezsin, kaldı orda!”dedimse de,“Nââ!....” beni duyamamıştı, şaşırmadım. Kulaklıklarımı taktım. Yaşlı adamın sadece ağzı oynuyordu! ... daha sonra sesi çıkmadı. Gölcük’te mola verdik. WC de işi olup olmadığını defalarca sorup, emin olmak istemiştim! Yok diye işaret etti, kafasını oynatarak. Dışarıda her şey çok güzeldi. Tuvalete gittim. Ama nedense bir türlü ihtiyacımı giderememiştim. Çünkü Bolu’daki dinlenme tesislerinde yaşlı adamın tuvalette işi olacağı belliydi. Gerçi 5 saatlik yolculuk bunu gerektirirdi sonuçta. Orda kendi işimi yaparken adamı kontrol etmeliydim. O yüzden orda yapmak yerine şimdiden benimkini halledeyim demiştim ama olmadı. WC işini Ereğli’de yapacaktım demekti. Arabaya bindim.

Üç saat sonra Bolu’daki dinleme tesislerine geldik. Yaşlı adama “Tuvaletin var mı?” dedim. Yaşlı başıyla yok diye kafasını salladı. Yine sordum, cevap yoktu. İçimden “iyi ya” dedim. Kalkıp giderken “Tuvalete gidecam!.. tuvalete gidecam...” diye söylenmeye başladı. “Eyvah!” dedim. Kolundan tuttum. Çok ağır yürüyordu. WC ler çok yakındaydı Allah’tan. Tuvalete girdi. Bende hemen işimi yapıp, çıktım. Belli olmaz bir mucize olur, yaşlı adam benden erken çıkıp gidebilirdi.... adam içerdeydi. İniltiler ona aitti. Dakikalar ilerledikçe, 15 dakikalık mola neredeyse bitmek üzereydi. Kapıya vuruyordum. Otobüs gidecek diye ikaz ediyordum: “Na var!” diye karşılık veriyordu. En sonunda çıkmıştı ve hemen gidip parayı verdim. Yaşlının kolundan tutarak giderken, otobüsün hareket ettiğini fark ettim. Kaptana işaret ettim ve kapıyı açtı. Yaşlıyı göstererek durumu anlattım. Yaşlı adam tam otobüse binecekken fark ettim: Adamın pantolonu sırılsıklam olmuş, üstüne üstlük de boklarını bulaştırmıştı. Kaptana “bu adam binemez bu şekilde” dedimse de, yaşlı adamı arka kapıdan bindirmeye çalıştım. Kaptan endişelenmişti. “Koltuklara bulaştıracak, arkadan binsin”. Yaşlının kolundan çekmeye çalışıyordum. İlla önden binmeye çalışıyordu: “Çekma! Binecam!” dediyse de yaptı. Herkes şaşkınlıkla bakıyordu bize. Tam oturacağı sırada , onu arkaya doğru götürdüm. Muavine de gazetenin üstüne oturması gerektiğini anlattım. Yolcular bana “Bu adam bu vaziyette yolculuğa çıkarılır mı?” diye sordular. Bende “bu adamı tanımıyorum. Alaplı Köprüsüne kadar bakmamı isteyip, gittiler, ben ne yapayım?” dedim. Onlara teslim ettim. Yerime vardığımda, 17 numaralı koltuğun fena halde sulanmış olduğunu gördüm. Ayrıca da kokuyordu. Muavine de söyledim. Diğer cam kenarına , boş bulunan koltuğa geçtim.

Bir saat boyunca da Karadeniz’in görüntüsü eşliğinde, başımı cama yaslayıp derin düşünceler içinde , karşıma daha neler gelebileceğini kara kara düşünerek Ereğli’ye vardım.



2002



12 Mart 2012 Pazartesi

12 Mart 2012

Bir Söz
Kedinin duygusal dürüstlüğü tamdır. 
İnsanlar çeşitli nedenlerden duygularını saklayabilirler 
ama bir kedi asla. 


Ernest Hemingway


Bir Şiir



Gülümse
Hadi Gülümse Bulutlar Gitsin
Yoksa Ben Nasıl Yeniler İçim
Hadi Gülümse

Sazlarım Vardı,Irmaklarım Vardı,
Çakıl Taşlarım Vardı Benim
Ama Sen Başkasın Anlıyor Musun, Başkasın.

Tut Ki Karnım Acıktı,
Anneme Küstüm Tüm Şehir Bana Küskün.
Bir Kedim Bile Yok Anlıyor Musun ?
Hadi Gülümse.

Belki Şehre Bir Film Gelir.
Bir Güzel Orman Olur, Yazılarda
İklim Değişir, Akdeniz Olur
Gülümse.

Kemal Burkay 

Bir resim

Küçük mutluluklar diliyorum. 
Sıcacık bir çay, 
Sıcak insanlar, 
Sana hayran bir çift göz ve bir adet aşk, 
Trafikte yeşil ışık. 
Küçük, renkli pabuçlar, 
Yağmurlu havada hafif bir rüzgar eşliğinde çıplak ayaklarla dolaşmak.... 
Ve toprak kokusu... 

Küçük şeyler diliyorum BÜYÜK MUTLULUKLAR İÇİN .

Bir Şarkı


25 Şubat 2012 Cumartesi

25 Şubat 2012

Biz söz


Sabır; umut etme sanatıdır..ve umut etmek güzeldir.


Bir şiir


Umut

Yol kıyısında oturuyorum
Sürücü tekerleği değiştiriyor
Geldiğim yerle başım hoş değil
Hoş değil başım gittiğim yerle de
Peki, tekerleğin değiştirilmesini
Niçin izliyorum sabırsızlıkla
                                
B. Brecht            

Bir resim

Şubat güzel başlamıştı. Daha sonra bitmek bilmeyen şansızlıklar birbirini takip etti. 
İlk önce kapının kilidi.. hadi değiştirdik.. sonra arkadaşıma anlattığım gibi herşey..aşağıdaki gibi..

"cuma akşamı sular kesikti. gece iskiyi aradım..kesinti yok dedi.. sonra öğlen aradım ..geldi iski yetkilisi. apartmanın vanası kapalıymış..eve geldim. çayımı falan içtikten çıkacaktım.. tam ben evden çıkıyordum...içerden su sesi geliyordu.. banyoda suyu açık mı bıraktım dedim yok.. sesin odadan geldiğini anlyınca odaya baktım.. bir anlam veremedim.. sonra ne gördüm inanamazsın..odayla yatak odası arasında ki penrecenin kenarından oluk gibi su akıyor. musluk gibi. ..diğer odaya baktım yoktu. duvar çatlak her halde. ama nasıl akış.. elim kolum bağlandı odayı kaplamış koridora ve yatak odasına ilerliyordu.hemen apartmanın ve üst dairenin vanasını kapattım. üstü kata çıkarken merdivenlerden de akıyor ve ön kapadan su giriyordu. vanaları kapadıktan 15-20 dakika sonra ancak durdu suyun akması. üst daire anne kız oturmakta evde yoklar. telefonları da kimse de yok. banyodan çıkarmak istedim ama su yatak odasına doğru ilerlediğinden balkondan çıkardım.tek başına çok zor oldu..yatak odasında ki eşyalarıda kenara çekip yaptım. üst dairedekiler gelince onların evide su basmış..sanırım döşemeler içindeki borulardan kaynaklı.

yani evden çıkmış dışarda pink atarken çok daha kötüsü olabilir salondaki eşyalara olurdu olan.

işleri yoluna koyup sorunsuz eve taşınmak olacak iik işim ..yazın güzel havalı oluyor da kışın dayanılmaz oluyor."
Herşey böyle.. suyu tahliye ettikten sonra günler geçtikçe iki odanın parkeleri kabarmaya, kalkmaya başladı ve banyonun sıvaları döküldü.. Kurumasını bekliyoruz artık, ev tanımaz halde..

ve şansızlıklar bununla kalmadı.. günde 16 saat çalışırken, iki günde bir ancak çıkıyorum o da markete.. geçen yıl bu zamanlar iş çıkışı istiklalde gezip,içerdik. İş yeri düzeni çok farklı.. sabah,öğlen.. eve gelip akşam yemeği.. ama ev çok farklı. Sürekli evde yaşamak boğuyor ve ihmal ediyorsunuz herşeyi.. Asıl olan yalnızsınız, kimseyle konuşacak birini bulamayınca telefonla yada netten idare ediyorsunuz.. kötü birşey.. ve bu  arada başımı ağrıtan insan ilişkileri ortasında buldum.. ve sonra iş ağırlığı bedenime yansıdı. Klasik grafik tablet kullanırken 15 saat günde ortalama sonucu boynumun ağırmasına neden oluyor. Bir süre dinlenip iyi hissettikten sonra bir resim yaptım.. arkadaşımın resmiydi ve verdiği cevap " teşekkür ederim..güzel olmuş" tan başka şey değildi. bu verilen tepki dinlenmiş bedenimi alt üst etmişti ve tüm ağrıları bir anda hissetmeye başlamıştım. İçimde bu insana olan sıcaklık gitmiş, yerine olanca iliklerimde hissettiğim şubat soğuğu kaplamıştı...

ve şimdi yeniden dinlenmedeyim.. hayatımdaki en yalnız ve en kötü bir ayımı geride bırakıyorum.

Bir şarkı
Bu bir ay içerisinde bana gülümseyen, güç veren ve o sıcaklığını benden esirgemeyen dostuma,
"evet arkadaş.. kim olduğumu ne olduğumu.. nerden gelip nereye gittiğimi sen öğrettin bana.. elimden tutup karanlıktan aydınlığa sen çıkardın.. bana yürümeyi öğrettin.. elele ve daima ileriye.. birgün.. birgün birbirimizden ayrı düşsek bile biliyorum hiçbir zaman ayrı değil yollarımız.. ve aynı yolda yürüdükçe gün gelir yine ellerimiz dostça birleşir.. ayrılsak bile kopamayız.... "
seni seviyorum arkadaşım







30 Ocak 2012 Pazartesi

30 Ocak 2012

Bir söz



"Dünyaya bir daha gelirsen nasıl bir hayat isterdin
sorusuna; kim ne derdi bilmiyorum ama,
ben aynı ananın evladı olmak isterdim."


Ataol Behramoğlu


Şiir
Mutlu Aşk Yoktur


insan her şeyi elinde tutamaz hiç bir zaman 
ne gücünü ne güçsüzlüğünü ne de yüreğini 
ve açtım derken kollarını bir haç olur gölgesi 
ve sarıldım derken mutluluğuna parçalar o şeyi 
hayatı garip ve acı dolu bir ayrılıktır her an 
mutlu aşk yoktur
...
güzel aşkım tatlı aşkım kanayan yaram benim 
içimde taşırım seni yaralı bir kuş gibi 
ve onlar bilmeden izler geçiyorken bizleri 
ardımdan tekrarlayıp ördüğüm sözcükleri 
ve hemen can verdiler iri gözlerin için 
mutlu aşk yoktur 
...
bir tek aşk yoktur acıya garketmesin 
bir tek aşk yoktur kalpte açmasın yara 
bir tek aşk yoktur iz bırakmasın insanda 
ve senden daha fazla değil vatan aşkı da 
bir tek aşk yok yaşayan gözyaşı dökmeksizin 
mutlu aşk yoktur ama 
böyledir ikimizin aşkı da



Louis Aragon


Resim

Benim şehrime kar da yağarmış.. Sabah erken vakitler 
Saat 7 suları..
Ardından heyecanla İstiklale gittim tramvay çekmeye..

ve bu da çay molası..


Bir şarkı

"Bu zamanlarda kar yağardı, çocukluğumuzun geçtiği o kasabada.. okuldan eve geldiğimizde annemin sesini duyardık. Mutfakta bize yemek yaparken sesli söylerdi şarkılarını.. bizi görünce yüzünde gülümsemesi başka olurdu.. en çok sevdiği şarkıdır bu ve halen de söyler yemek yaparken bu şarkıyı... o benim değişmeyen tek varlığım.." 







Photoshop Magazin dergisinin Ocak 2008 kapağı. Aradan on yıl geçmiş. O güne kadar Deviantart dışında resim yüklemiyordum. Photoshop Maga...